19 Nisan 2011 Salı

Halk Sağlığı

Ebü l-Hasan Ali Taberi
Abbasiler zamanında yetişmiş büyük tıp alimi. İsmi, Ali bin Rabben Taberi olup, künyesi Ebu Hasan’dır. İbn-i Rabben Taberi ismiyle meşhur oldu. Yaklaşık 770 (H.153) senesinde Taberistan’ın Merv şehrinde doğdu. Yaklaşık 861 (H.247) senesinde Samarra’da vefat etti. 7 Ebü’l-Hasan, küçük yaşta Babası tarafından yetiştirildi. Yunanca, Süryanice, İbranice ve Arapçayı gereği gibi öğrendi. Babası da tıp alimi olup, Merv şehrinin sayılı şahsiyetlerinden ve devlet erkanındandı. Özellikle tıp ve fen bilimlerine karşı çok alaka duyardı. İnsanların ruh ve beden sağlığı ve saadeti üzerinde titremesi sebebiyle, büyük muallim anlamında, Rabben ünvanı verildi. Böyle bir babanın talim ve terbiyesinde yetişen Ebü’l-Hasan Ali, daha sonraki çalışmalarında; matematik, felsefe, astronomi gibi ilim dallarında da kendini yetiştirdi. Bu dönemde, zamanın seçkin bilginlerinden olan amcası Zekvan bin Nu’man’ın yakın ilgi ve yardımlarını gördü. Ebü’l-Hasan Ali, tahsilini tamamladıktan sonra, Merv’de tabibliğe başladı. Müslümanlara hizmet için ihlasla çalıştı. Gerek dini, gerekse tıbbi konularda inanları aydınlatmaya gayret ederdi. Bir ara ilim öğrenmek için Bağdat’a gitti. 839 (H.225) senesinde Merv Valisi Mazyar bin Karin’in vefatı üzerine, Samarra’ya giderek Abbasi halifelerinin sarayına intisab etti. Hizmetlerini burada devam ettirdi. Ebu Bekr Razi, eserlerinde onu hürmetle anmakta, tıp ve eczacılığa dair ondan nakiller yapmaktadır. Ebü’l-Hasan Taberi’nin kıymetli sözlerinden bazıları da şunlardır: Uzun uzadıya devamlı deney yapmak, aklı artırır, keskinleştirir, anlayışı derinleştirir. Tekellüf, zoraki iş yapmak pişmanlık doğurur. Sözlerin en kötüsü, birbirini tutmayan, tenakuzlu sözlerdir. Selamete kavuşmak her muradın ve emelin zirvesidir. Eserleri: Ebü’l-Hasan Taberi birçok eser yazdı. İbn-i Nedim, El-Fihrist adlı eserinde onun medikoterapi ile ilgili dört kitabının ismini zikretmektedir. İbn-i Ebi Usaybia da, Uyun-ül-Enba adlı eserinde, onun dokuz eserine yer vermektedir. Her iki kaynak da onun, Ed-Din ved-Devle adlı mühim eserini zikretmemişlerdir. Bilinen on eseri şunlardır:
1) Ed-Din ved-Devle: Kelam ilmine dair olup, eserde İslamiyetin
üstünlükleri anlatılmaktadır.
2) Tuhfet-ül-Müluk,
3) Keraş-ül-Haşve,
4) Kitabu Menafi-il-Edviye: İlaçların tedkiki hakkındadır.
5) Kitabun
fil-Emsal vel-Edeb ala Mezheb-ir-Rum vel-Arab,
6) Kitabu İrfak-ul-Hayat,
7) Kitabu Hıfz-ıs-Sıhha: Sıhhatin korunması usulleri hakkındadır.
8) Kitabun fil-Hacamat: Kan aldırmanın sıhhat açısından faydaları ve tıbbi
önemi ile ilgilidir.
9) Kitabun fi Tertib-il-Ağdiya: Gıdaların
hazırlanması ve kullanılışı ile ilgilidir.
10) Firdevs-ül-Hikme: Genel
halk sağlığı ve tababet sanatı hakkındadır.
İbn-i Rabben’ın en çok tanınan eseri, Firdevs-ül-Hikme’dir. Ansiklopedik mahiyette olan bu eserini, 850 senesinde tamamlamıştır. Bu eser, yedi ana bölümden meydana gelmiş olup, özetle şu konuları ihtiva etmektedir: Birinci bölüm: Bir makaledir. Bu bölümde ilim ve felsefe üzerinde durulmakta, kainat nizamı incelenmektedir. İkinci bölüm: Beş makaledir. Cenin ve doğumu, insan uzuvları ve vazifeleri, ruh ve beden münasebetleri, muhtelif mizaçlar ve çocuk terbiyesi, mevsimlere göre alınacak tedbirler, yolculuk halleri ve askerlikle ilgili sağlık konuları ele alınmıştır. Üçüncü bölüm: Bir makale olup, gıdalar ve çeşitleri anlatılmaktadır. Dördüncü bölüm: On iki makale olup, eserin en geniş muhtevalı kısmıdır. Bu bölümde önce hastalıkların genel tasnifi ve tanımı yapılıyor. Belli başlı hastalıklar ayrı ayrı inceleniyor. Bunların sebepleri, ilaçları gösteriliyor. İnsan vücudu tepeden tırnağa gözden geçirilip, tedkik ediliyor. Son makalede kan aldırma konusu üzerinde duruluyor. Beşinci bölüm: Bir makaleden ibaret olup, güzel koku ve renkleri tedkik edip, faydalarını zikrediyor. Altıncı bölüm: Altı makaleden meydana gelmiştir. Özellikle tıbbi maddeler ve zehirler üzerinde bilgi verilmektedir. Yedinci bölüm: Dört makaledir. Bu bölümde muhtelif şehirleri ve iklimlerini, su ve rüzgarları, en sonunda da gezegenleri ve yıldızları incelemektedir. Hind tıp kitaplarından bir hülasa zikrederek eserine son vermektedir.
Kaynak: Genel Bilgiler
http://www.genel-bilgiler.com/frm//showthread.php?p=174141

Tanjant, kotanjant, sekant, kosekant

Ebul-Vefa Buzcanî: Trigonometri’de tanjant,cotanjant,sekant,kosekant ’ıbulan büyük alimdir
http://www.davetci.com/d_biyografi/biyografi_ebuzcani.htm

EBU'L VEFA (Buzcan 940 - Bağdat 998), özellikle VI-VII. yy.'larda ortaya konmuş olan Hint Matematik modelleri ile Sabit bin Kurra ve El Battani'nin eserlerinin ışığı doğrultusunda, ortaya koyduğu yeni trigonometri bilgileri matematik için büyk bir önem taşır. Ebu'l Vefa'nın eserleri, Orta Çağ Doğu Matematikçileri arasında olduğu kadar, kendisinden sonraki yıllarda, bu konuda araştırma yapan Batı Matematikçileri arasında da kaynak eser olarak kullanılmıştır.
Özellikle küresel trigonometride sinüs konusunu bilimsel bir düşünce içinde ilk inceleyen Ebu'l Vefa'dır. Tanjant çizgilerini düzenlediği gibi, trigonometriye Sekonder ve Cosekonder tanım ve kavramlarını da sokmuştur. Aynı zamanda trigonometrinin 6 esas eğrisi arasındaki trigonometrik oranları da ilk kez belirtmiştir. Bu oranlar, bugün trigonometride, grafiklerin tanımında aynen kullanılmaktadır. Zamanına kadar hiç bir Matematikçi'nin yapamadığı incelikte, trigonometrik çizelgeler düzenlemiştir. Astronomik gözlemler için gerekli olan sinüs ve tanjant değerlerini gösteren çizelgeler 15'er dakikalık aralarla hazırlanmıştır. Trigonometri'ye tanjant tanımını zıl (gölge) adı altında ilk kez kazandırıdı. Batı bilim dünyasında sinüs ve tanjant kavramlarının kullanılmasına öncülük eden Matematikçi olarak Alman John Müller belirtmektedir.
http://www.frmtr.com/din-kulturu-ve-ahlak-bilgisi/729542-ebul-vefa.html
http://www.uslanmam.com/biyografi-bilim-adamlari/284921-ebul-vefa-buzcani-940-988-a.html

İlk Ayın Şekilleri

Ali Kuşçu: Büyük astronomi bilgini. İlk defa ayın şekillerini anlatan kitabı yazmıştır.
http://www.akat.org/ast_tarihinden/ali_kuscu.html

Mikrop, Mikroorganizma

MİKROP

Mikrobu ilk bulan bilim adamı bir Türk'tür; Akşemseddin : ( 1389 - 1459 ) Pasteur önce Mikrobu bulan ilk bilim adamı. İstanbul'un Fethi'nin manevi babasıdır. Fatih sultan Mehmet'in hocasıdır Akşemseddin, Pasteur ’dan 400 sene önce mikrobu bulmuştur. Mikroorganizmanın babasıdır.

Akşemsettin, (1389/1390 - 1459 Göynük) asıl adı ile Şeyh Muhammed Şemsettin Bin Hamza, 15. yüzyılın en büyük sufilerinden biri ve çok yönlü Türk bilim adamıdır.
1389 yılında Osmancık'da doğmuştur. Daha sonra 7 yaşında babası Şerafeddin-i Hamza Şâmî ile çağımızda Samsun'a bağlı olan Kavak'a yerleşmişlerdir[1]. Haci Bayram Veli’nin müridi ve Fatih Sultan Mehmet’in hocalarındandır. İstanbul'un manevi fatihi olarak da anılır. Saçının ve sakalının ak olması ve beyaz elbiseler giymesinden dolayı Akşeyh veya Akşemseddin adlarıyla meşhur olmuştur. İskilip'te çocuklarından Nurulhuda'nın türbesi ile diğer yakınlarının mezarları vardır. Evlik köyünde yer alan tek bir çivi çakılmadan yapılan camiyi onun yaptırdığı yazılıdır. Akşemsettin Amasya'da medreselerden eğitim aldıktan sonra büyük üne kavuşmuştu.
Akşemsettin, küçük yaşlardan itibaren bilime ve sanata karşı ilgi duydu. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, Osmancık'da müderris(öğretmen) oldu. Medrese öğrenimini zamanın büyük velisi Hacı Bayram-ı Veli'nin yanında tamamladıktan sonra seçkin bilginler arasında yerini aldı. Üstün zekâsı ve anlayışı, yılmak bilmeyen çalışma gücüyle kendini kitaplara adadı. Başta İslami bilimler olmak üzere tıp, astronomi, biyoloji ve matematikte zamanın ünlülerinden oldu. Uzun yıllar Osmanlı medreselerinde çalışarak yüzlerce öğrenci yetiştirdi. Tıp alanında bulaşıcı hastalıklar üzerinde de önemli çalışmalar yaptı. Araştırmaları sonunda tıp ile ilgili Türkçe yazdığı Maddet-ül Hayat ve Arapça yazdığı Hall-i Müşkilât ve Risalet-ün nuriyye adlı Tasavvuf kitapları, bilinen eserleridir. Tıp ile ilgili Türkçe yazdığı Maddet-ül Hayat'ta geçen "Hastalıkların insanlarda teker teker peyda olduğunu zann etmek yanlıştır. Hastalıklar insandan insana gözle görülmeyecek kadar küçük tohumlar vasıtasıyla geçer" cümlesi ile ilk mikrop teorilerinden birini ortaya atmıştır. Tarihte mikroorganizmalardan bahseden ilk kişidir. Ve Mikrobiyolojinin babası sayılmaktadır.Akşemsettin'in asıl ünü, büyük veli, Hacı Bayram Veli ile tanışmasından sonra başlamıştı. İlmi konulardaki önemli başarılardan sonra tasavvuf konusunda da ağırlığını göstermiş, daha sonra da II. Murat'ın emir ve isteğiyle Fatih Sultan Mehmet'in hocalığına tayin edilmişti. İstanbul'un fethi sırasında büyük yararlılıklar göstermiş, genç sultanı teşvik ederek zaferin kazanılmasında önemli katkılarda bulunmuştu. Fethin en önemli günlerinde Ebu Eyyûb el-Ensarî'nin kabrini bularak ordunun maneviyatını yükseltmişti. Dünya malına önem vermeyen Akşemsettin, Fatih Sultan Mehmet'in büyük saygı ve sevgisini kazanmıştı. Fatih Sultan Mehmet ile İstanbul'a girişleri daha sonra ünlü olacak bir hikâyeye dönüştü.
İstanbul'a Giriş
Beyaz atına binmiş, ordusunun önünde giden Hz. Fatih Sultan Mehmet, yanında onu yetiştiren Akşemsettin ile İstanbul'a giriyor. Türk Ordusunu karşılayan şehir halkı yol boyunca dizilmiş, ellerindeki çiçek demetlerini padişaha sunmak için yaklaşıyor.
Şehir ahalisi, beyaz sakalıyla, ağır duruşuyla Akşemsettin'i padişah sanıp çiçekleri ona sunmaya çalışıyorlar. Akşemsettin atını geri çekip göz ucuyla Fatih'i göstererek:
"Sultan Mehmet odur, çiçekleri ona veriniz", demek istiyor.
Fatih Sultan Mehmet, çiçeklerle kendisine doğru yürüyenlere hocası Akşemsettin'i göstererek:
"Gidiniz, çiçekleri gene ona veriniz. Sultan Mehmet benim, ama o, benim hocamdır", diyor ve İstanbul'a ilk olarak Akşemseddin (k.s.) giriyor.
Hz. Fatih Sultan Mehmet Han tarafından(1464) yılında yaptırılmış olan türbesi Bolu ilinin, Göynük ilçesindedir. İlçede her yıl, İstanbul'un fetih günü olan 29 Mayıs(mayısın son pazarı) tarihinde anma günleri düzenlenmektedir.
Eserleri
Risalet-ün nuriyye Tasavvufa ve tasavvuf ehline dil uzatanlara cevab mahiyetindedir. Arapça olup, kardeşi Hacı Ali tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.
Risale-i Zikrullah: 200000000
Risale-i Şerh-i Ahval-i Hacı Bayram-ı Veli
Def’ü Metain
Makamat-ı Evliya (Velilerin Makamları)
Maddet-ül-Hayat (Hayat Maddesi)
Nasihatname-i Akşemsettin (Akşemsettin Nasihatnamesi)
Kitab-ül-Tıp (Tıp Kitabı)
Hall-i Müşkülat (Güçlüklerin Halli)
Not: İstanbul Feyzullah Efendi Kütüphanesinden
Ahmet Özdemir, Hacı Bayram veli ve Eşrefoğlu Rumî - Toker Yayınları, İst. 2002
Kaynakça Şakayık'i Nu'maniyye Tercümesi'', s. 240

http://www.biriz.biz/evliyalar/ea0243.htm


HAKKINDA YAZILANLAR
Fethin görünmez mimarı Akşemseddin Hazretleri Akşemseddin; Hazret-i Ebûbekir’in evladından, Şihâbüddin Sühreverdi’nin torunudur. Babası Şeyh Hamza (Kurtboğan adıyla meşhurdur) âlim biridir ve oğlunu mükemmel yetiştirir. Mübarek, dudak uçuklatacak kadar zekidir. Hızlı ilerler ve genç yaşta müderris olur. Osmancık medreselerinde talebe okutur. Evet yörede hatırı sayılır bir âlimdir, ancak işin hâkikatına varmak ister. Bunun tek yolu vardır “ledün ilminde mütehassıs bir velinin” huzurunda diz çökmek.Arar, sorar, istihareye yatar. Zihninde iki isim berraklaşır. Bunlardan bir tanesi Hâlep’te ki Zeynüddin Hafi Hazretleridir. Diğeri Ankara’daki Hacı Bayram-ı Veli. Akşemseddin yakından başlar. Önce Ankara’ya gider. Ancak Hacı Bayram Hazretlerini kapı kapı teberrû toplarken görür ve yıkılır. Nedenini, niçinini sormaz bile, oracıktan döner, yürür Hâlep’e. Ancak yolda gördüğü rüyalarda, nasibinin Hacı Bayram elinden olduğu işaret edilir. Hatta zincirlerle çekilir ki, uyandığında izi vardır boynunda. Şaşkınlık ve pişmanlık içinde Ankara’ya döner. Yüce veliyi orak tırpan çalışırken bulur. Mübârek garibin birine yardım eder ki kan ter içindedir. Akşemseddin bin pişmandır, boyun büker... Ve kavuşur affa.Hacı Bayram Hazretleri bu mütevazı talebesini çok sever, O'na hususi bir ihtimam gösterir. Akşemseddin ayrıca iyi bir hekimdir de. Pastör’den asırlar evvel hastalığa sebep olan mikropları ve karantinanın mantığını anlatır. Hatta o yıllarda “seretan” adıyla bilinen kanseri teşhis eder.İstanbul’un kuşatıldığı günlerde Fatih Anadolu’daki âlimleri ordugâha davet eder. Hepsi mükemmel insanlardır, ancak Akşemseddin’le aralarında anlatılmaz bir muhabbet başlar. Nedendir bilinmez bu akça pakça veliyi görünce içi rahatlar. Tabiri caizse kanı kaynar.İstanbul gibi bir şehri almak kolay değildir. Dev surlar, haçlı yardımları, derin hendekler, aşılmaz zincirler, Rum ateşi denen bela ve güçlü düşman. Bunlar bilinen şeylerdir ve Fatih herbirine tedbir düşünür.
YEMEĞİ İÇMEYİ UNUTUR
Ancak, bazı komutanlar (ki bir çoğu baba emanetidir) zafere inanmazlar. Açıktan açığa “Bu devletin askerine, akçesine yazık değil mi canım?” derler, “Maceranın sırası mı şimdi?”Genç sultanı Bizansla boğuşmak değil, yanındakilerle uğraşmak yorar. Yemeyi içmeyi unutur, uykuyu dağıtır. Kendini fena yıpratır. Geceler boyu ağlar ki yastığı hiç kurumaz. Muhasara başlayalı 50 gün geçer, lâkin gözle görülür bir ilerleme yoktur. Rumlar yıkılan surları anında yapar, o acaib ateşleri ile zemini değil, suyu bile yakarlar. Fidan gibi yiğitler ard arda düşerler toprağa. Sultan Mehmed kalabalıklar içinde yalnızdır. Hatta zaman zaman kuşatmayı kaldırmayı düşünür.Akşemseddin hazretleri onun zihninden geçenleri okur. “Sakın ha!” der, “Asla vazgeçme!” Zira o, müjdeyi Hızır Aleyhisselam’dan alır. Zaferden zerre kadar şüphesi yoktur. Şehir düşünce, Fatih derin bir nefes alır, büyük güç ve itibar kazanır. Genç sultanın şimdi tek arzusu vardır. Mihmandârı Resulullah Hâlid bin Zeyd’in kutlu kabrini bulmak.Akşemseddin Hazretleri kuşatmanın sürdüğü sıralarda türbenin bulunduğu noktaya bir nur indiğini görür. Fatih’i o mahalle götürür. Kısa bir murakabenin ardından iki çınar dalını toprağa diker ve kendinden emin bir ifadeyle. “Büyük sahabe bunların arasında yatıyor!” der. Ancak etraftan “ne malum?” diyenler olur. Hatta birileri padişaha akıl öğretirler. “Bu dalları başka bir yere diktir bakalım” derler, “ihtiyar molla farkedebilecek mi?” Fatih denileni yapar, hatta ilk işaret edilen yer kaybolmasın diye mührünü gömdürür. Ama Akşemseddin dallara bakmaz bile, ertesi gün milimi milimine ilk gösterdiği noktaya yönelir. Hatta bir ara durur “Sultanımızın mührü” der, “Ne arıyor orada?”Büyük veli bakar, bu mevzu çok tartışılacak, şüpheye mahal bırakmaz. “Kazın!” buyururlar. Toprağın bir kulaç altından yeşil somaki bir taş çıkar. Üstünde kûfi harflerle “Hâzâ kabri Halid bin Zeyd” yazılıdır. Kalabalık bir hoş olur. Derhal türbe ve mescid hazırlıklarına girişirler.
KAÇIŞ
Günler geçer, Fatih, Akşemseddin Hazretleri’ne sıkça gelip gitmeye başlar. Öyle ki devlet işleri oyuncak gelir gözüne. Sarayı, otağı bırakıp döşeği tekkeye sermeye niyetlenir. Nitekim bir gün “N’olur” der, “Beni de dervişleriniz arasına alın”.Akşemseddin, hani Fatih’e baba muamelesi yapan o gül yüzlü muallim birden ciddileşir, celalli bir edayla “Hayır!” der, “Osmanoğullarının dervişe değil, sultana ihtiyacı var!”Ama Sultan Mehmed’i iyi tanır. Yine gelecek, hem bu kez ısrar edecektir. Buna fırsat vermez. Pılısını pırtısını toplamadan uzaklaşır İstanbul’dan. O yıllarda kuş uçmaz, kervan geçmez bir kuytu olan Taraklı’ya çekilir, sonra Göynük civarlarına yerleşir, kendi halinde talebe yetiştirir. Ama duaları Fatih’le birliktedir.Göçemedin gitti yani...Akşemseddin Hazretleri birgün oğlunu (4 yaşındaki Hamdi Çelebi) dizine oturtur. Minik yavru bülbül gibi Kur’an okur. Mübârek bir ara hanımına döner. “Biliyor musun?” der, “Aslında dünyanın mihneti, zahmeti çekilmez ama şuncağızın yetim kalmasına dayanamam. Yoksa çoktaaan göçerdim!” Hanımı omuz silker. “Amaaan efendi” der, “sen de göçemedin gitti yani.” Mübarek “İyi öyleyse!” deyip kalkar. Göynüklülerle helalleşir ve mescide çekilir. Talebelerine “okuyun” buyururlar. Bir ara gözleri kapanır, yüzü aydınlanır. Kolları yana düşer ve berrak bir tebessüm oturur dudaklarına. Müridleri eve koşarlar “Başınız sağolsun.” derler, “Efendi göçtü!”

http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=2709

Çiçek ve Kızamık


ÇİÇEK VE KIZAMIK'IN KEŞFİ 

Râzî ilk defa Ortadoğu ülkelerinin çoğunda yaygın olarak görülen çocuk hastalıklarından çiçek ve kızamığın tanılarını vermiş ve bunlar arasındaki farkları belirlemiştir.

RAZİ

Tam adı Ebu Bekir Muhammed İbn Zekeriya El Râzî'dir. Râzî 864 yılında İran'ın Ray şehrinde doğdu. Yerleşik inançları sorgulayan felsefî düşünceleriyle tanınmış olan Râzî (öl. 925), bilimle de ilgilenmiş ve kimya ve tıp gibi alanlarda yapmış olduğu çalışmalarla bilim tarihinde seçkin bir yer edinmiştir.

Kimya biliminde Cabir'in açmış olduğu yoldan giderek yapısal dönüşüm kuramını benimsemiştir; ancak Câbir gibi Aristotelesçi değildir; maddenin oluşumunu dört unsurun birleşmesiyle değil, atomların birleşmesiyle açıklama eğilimindedir. Câbir gibi, bir dizi deney yaparak saf elementi elde etmeye çalışmış ve bu işlemin, maddenin erimesi, çözülmesi, parçalanması, ortaya çıkan parçaların farklı parçalarla birleşmesi ve oluşan ürünün çökelmesi gibi 5 ayrı süreçten geçtiğini belirtmiştir.

Çalışmaları sırasında yeni kimyevî maddeler, yeni yöntemler ve yeni aletler geliştiren Râzî'nin en önemli başarılarından birisi, farklı organik maddeleri damıtmak suretiyle çeşitli yağlar, tuzlar ve boyalar elde etmiş olmasıdır; ayrıca, demir gibi zor eriyen metallerin ergitme işlemleri ile ilgili araştırmalar da yapmıştır.

Razi'nin kimya alanındaki çalışmalarının yanı sıra, tıp alanındaki çalışmaları da çok önemlidir. Rey'deki bir hastanede doktor olarak görev yapmıştır. Bilimsel bir tutum sergileyerek yerleşik otoriteleri önemsememiş, daha çok kendi gözlem ve deneylerine öncelik tanımıştır. Kendisine daha çok Hippokrates'i örnek alan Râzî, Hippokrates gibi, iyi bir klinisyendir; hastalarını tedavi süresince dikkatle gözlemiş ve teşhis ve tedavisini bu gözlemler sırasında elde etmiş olduğu bilgiler ışığında yönlendirmiştir. Teşhis sırasında özellikle nabız, idrar, yüz rengi ve terleme gibi gibi göstergeleri göz önünde bulundurmuştur.


Râzî ilk defa Ortadoğu ülkelerinin çoğunda yaygın olarak görülen çocuk hastalıklarından çiçek ve kızamığın tanılarını vermiş ve bunlar arasındaki farkları belirlemiştir.


Râzî'nin hastalıklara ilişkin incelemelerini içeren küçük boyutlu yapıtlarının yanı sıra, Hâvî (Bütün Bilgiler) adlı kapsamlı bir yapıtı daha vardır. Burada, baştan ayağa doğru bütün beden hastalıklarını sıralayarak, bunlara ilişkin derleyebildiği bütün bilgileri sunmuştur. Yapıtın en önemli yönlerinden birisi, daha önce yaşamış olan hekimlerin görüşlerini de içermesidir; bu nedenle, tıp bilgisinin gelişim sürecini araştıran tarihçiler için bulunmaz bir kaynak niteliğindedir.

Bu yapıttan edinmiş olduğumuz izlenime göre, Râzî hastalıkların tedavisinde, ilaçla tedavi yöntemini tercih etmiştir. Böbrek taşlarının ve mesane taşlarının çıkarılması gibi, genellikle cerrâhî müdâhalenin beklendiği durumlarda bile, ilaçla tedaviyi yeğlediği görülmektedir; hatta bu konu ile ilgili olarak kaleme almış olduğu müstakil bir eserde de aynı şekilde ilaçla tedavi öngörülmüştür.

ÇİÇEK AŞISI 

Çiçek Aşısını Türkler bulmuştur. Çiçek aşısını kim icat etti Bakımlıyız.Com - Çiçek aşısını kim icat etti Avrupalıların 18. yüzyılda aşıyla tanışmasından çok uzun süre önce Hindistan Çin Senegal Tunus Cezayir Türkiye ve İran’da

FAHREDDİN RAZİ

Razi, eser yazmaya gayret göstermiş ve ömrünün büyük bir kısmını kitap yazmakla geçirmiştir. Kız kardeşinin bildirdiğine göre; eserlerinin sayısı iki yüz otuz civarında olup kitap, risale, makale şeklindedir.

Eserleri, başta tıp ve kimya olmak üzere muhtelif fen ilimleriyle ilgili olup şunlardır:

1) El-Havi fit-Tıb: Otuz ciltlik, bu en önemli olan eserinde, insan vücûdunu uzuv uzuv incelemiş ve her uzuv ve organda görülen hastalıkları tetkik ederek tedavi yollarını göstermiştir. Eserde; hastalıkların tedavisi, hastalıklar ve teşhisleri, sağlığı koruma, hasta bakımı ve kontrolü, cerrahi ilaçlar, gıdalar, sentetik ilaçların imali, tababet sanatı, eczacılık, insan vücûdu ve anatomisi, organlar ve bozuklukları olmak üzere on iki bölüm vardır.Razi’nin bu meşhûr eseri, ortaçağların başından itibaren Latinceye tercüme edilmiş, 17. asrın sonlarına kadar Avrupa üniversitelerinde temel araştırma ve ders kitabı olarak okutulmuştur. Eser ilk defa, 1279 senesinde Fereç bin Zalim adlı Sicilyalı bir Yahûdi tabip tarafından Latinceye tercüme edildi. Daha sonra 1486 senesinde Continens çevirdi. Bu tercüme, o tarihlerde Paris’te kurulan tıp fakültesinde kullanılan dokuz temel eserden birisiydi. Razi, bu eserinin müsveddesini yazdıktan sonra temize çekmeye ömrü yetmemiştir. Devrin alimlerinden İbn-ül-Amid, binlerle dinar vererek müsveddeleri Razi’nin kız kardeşinden satın alıp temize çektirdiği bu eseri bizzat Razi’nin talebelerine inceleterek yeniden tanzim etmelerini sağlamıştır. Böylece kaybolup gitmekten korunan eser, günümüze kadar ulaşmıştır.

2) El-Mansûri fit-Teşrih: Diğer önemli bir eseri olup, yirmi cilttir. Bu eseri, Horasan Sultanı Mansûr bin İshak Samani’ye ithaf ettiğinden, Mansûri ismiyle meşhûr oldu. Eserde, özellikle insan vücûdunun anatomik yapısını ele almış, organları ve vazifelerini izah etmiş, gıda maddelerini, hıfzıssıhha (sıhhati koruma) konusunu ve daha birçok tıbbi mevzûları incelemiştir. On bölüm olan eserde; anatomi bilgileri, bünyevi incelemeler, gıdalar, ilaçlar, sıhhat, insanlara deva, yolculuk nizamı, cerrahlık, zehirler ve zehirlenmeler, umûmi hastalıklar gibi temel tıbbi konular ele alınmıştır. Latinceye tercüme edilen eser, 1480 senesinde Milano’da yayınlanmıştır. El-Havi fit-Tıb gibi bu eser de, asırlarca Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.

3) Kitab-ül-Fahir: Bir tıp ansiklopedisi mahiyetinde olan eser, baştan sona insanın bütün uzuvlarını tedkik ve tasnif ederek tanıtmaktadır. Raziburada geçmiş hekim ve alimlerin görüşlerinden istifade etmek sûretiyle kendi görüş ve keşiflerini de ortaya koymuştur. Ayrıca, hastalıkları ayrı ayrı ele alıp, çeşitli tedavi yollarını, ilaçları ve kullanılışlarını tarif etmektedir.

4) Kitabu Sırr-il-Esrar: Kimyaya dairdir. İlk olarak Gerard de Cremona tarafından Latinceye tercüme edilmiş, Avrupa’da bu sahada rehber kitaplardan biri olma özelliğini kazanmıştır. Ayrıca pekçok dile tercümesi yapılmıştır.

5) Risale fil-Hisbeti vel-Cüderi: Razi’nin batı aleminde en çok tanınan eseri budur. Çiçek ve kızamık hastalıkları hakkında yazılmış olup, bu alanda tıp tarihinin ilk yazılı eseridir. 1565 senesinde Latinceye çevrildi ve 1866 senesine kadar, kırk defadan fazla yayınlandı.

6) Kitabu men la Yahduruh-ut-Tabib (halk ve fakirler için tıp el kitabı),
7) Kitabun fis-Sana’at-il-Kimya,
8) Kitabun fil-İntikad vet-Tahrir alel-Mu’tezile (Mu’tezile mezhebini tenkit ve reddiye),
9) Kitabu Hey’et-il-Âlem (astronomiyle ilgili),
10) Kitabu Menafi-il-Edviye (ilaçların faydaları hakkında),
11) (Kitabun fi Keyfiyet-il-Ebsar (göz ve görmeyle ilgili),
12) Kitab-ul-Hiyel (mekanik),
13) Kitab-ul-Medhal-it-Ta’lim, (Öğretime Giriş),
14) Kitab-ul-Medhal-il-Burhani,
15) Kitab-ul-A’yat,
16) Kitab-ut-Tedbir,
17) Kitab-ul-Iksir,
18) Kitab-ul-Mahabbe (psikoloji),
19) Kitab-uş-Şevahid,
20) Kitabu Ber-us-Sa’a,
21) Kitab-ül-Fahir fit-Tıb,
22) Kitabu Tıbb-il-Mülki,
23) Kitabun fi Vec’il-Mefasil,
24) Kitabu Et’imet-il-Merda (hasta yemekleriyle ilgilidir),
25) Kitabun fil-Kulunç,
26) Kitab-ul-Kafi fit-Tıb,
27) Kitabun fil-Bah.

Razi’nin eserleri asırlarca Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Avrupa ancak 18. asrın ortalarına doğru, Razi’nin bulunduğu noktaya ulaşabilmiştir.

Kaynaklar:

http://www.kimkimdir.gen.tr/
Rehber ansiklopedisi

İlk Siper

GAZİ OSMAN PAŞA (OSMAN NURİ PAŞA)

Osman Nuri Paşa (d. 1832,
Tokat - ö. 1900, İstanbul), Gazi Osman Paşa olarak bilinir.
93 Harbi'nde 145 günlük Plevne Savunmasını komuta ettikten sonra kuşatmayı yararak şehirden çıkışında yaralanan, ancak müdafaa hattı stratejileriyle esir bulunduğu dönemde Rus Çarından bile saygı görmüş, dönemin tüm komutanları tarafından örnek alınan Osmanlı Ordusu'nun komutanıdır. Ayrıca siper kazma yöntemini ilk bulan kişidir.

1832'de, Tokat'ta, Yağcıoğulları ailesinin bir bireyi olarak dünyaya geldi. Beşiktaş’taki Askerî Rüştiyede ve Kuleli Askerî İdâdîsinde (lisesinde) okudu. Harbiye’yi yirmi yaşında ikincilikle bitirdi. Harp Akademisine girdi. Kırım Savaşı'nın çıkması üzerine Tuna cephesine gönderildi. Burada dört yıl kalarak, teğmenliğe yükseldi. Savaşın sonunda ise yüzbaşı oldu.

Genelkurmay Başkanlığı'nda çalıştıgı zamanlarda
Osmanlı Devleti'nin nüfus sayımı ile kadastro usulünde haritasının çizilmesi kararlaştırıldıgından, Bursa ilinden başlanması üzerine bu göreve askeri temsilci olarak tayin edildi. 1861'da Teselya’da, Yenişehir’de ve Cebel-i Lübnan’da görev aldı. Girit isyanları nın başlaması üzerine Girit’e tayin edildi. 1866’da Girit'teki çalışmalarından dolayı Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa'nın takdirini kazanarak Miralay (albay) oldu.

Yemen’e gönderildi. Arkasından
Paşa rütbesiyle Rumeli’de bulunan Beşinci Ordu Manastır Fırka (tümen) Kumandanlığına tayin edildi (1875). Buradaki çalışmalarından dolayı birinci ferik (korgeneral) oldu.

27 Haziran 1876 yılında Sırbistan'ın, Osmanlı Devleti'ne ultimatom vermesi sebebiyle, Osman Paşa Vidin komutanlığına getirildi. Sırp İsyanları başlayınca emrindeki birliklerle İzver tepelerini ve Zayçar kasabasını zapt etti ve bu nedenle Sırp ordusu çekilmek zorunda kaldı. Osman Paşa'nın hedefi Belgrad'ı almaktı ancak Seraskerlikden izin verilmedi, zira şartlar uygun değildi. Sırp ordusunu yendi ve müşir (mareşal) oldu (1876). Osman Paşa'yı tanıtan, 1877-187 Osmanlı-Rus Savaşı'ndaki Plevne Savunması'dır.

5 Nisan 1900'de 68 yaşında öldü. Türbesini, onu çok seven ve saygı duyan Sultan
II. Abdülhamit yaptırmıştır. Fatih Camii avlusuna gömülmüştür.

Adına marş yazıldı;

Tuna nehri akmam diyor
Etrafımı yıkmam diyor
Şanı büyük osman paşa
Plevneden çıkmam diyor

Kaynak:Vikipedi

Dünyanın Dönüşünün Keşfi

Beyruni

Türkistan`ın Hive şehrinde 973 yılında doğan Beyrunî, hayatı boyunca 113`ten fazla eser kaleme almıştır. Geometri ve Trigonometri`de büyük bir varlık göstermiştir. Fakat o, asıl başarısını, astronomi alanında ortaya koymuştur. Yıldızların uzaklığını, yüksekliğini ve açılarını tesbite yarayan usturlab denilen ölçüm âletlerini geliştirmiş; bunun yanısıra yeni yeni âletler yapmıştır.Beyrunî, kendi yaptığı âletlerle, dünyanın çapını ve ekliptik eğilimini de doğruya çok yakın bir şekilde hesaplamıştır. "Kanunu`l-Mes`udi fi`l-hey`e ve`n-nücum" adlı eseri, dünyada yazılmış ilk astronomi kitaplarından biri sayılabilir.Beyrunî`nin bilinmesi gereken önemli bir yönü de, Kâinata âit kendinden önceki görüşleri sarsması, dünyanın kendi ekseni etrafında ve güneşin çevresinde döndüğünü, Kopernik ve Galile`den 500 yıl kadar önce, ilmî bir şekilde açıklamasıdır.
Bu konuda, Dr. Sigrid Hunke şöyle demektedir: "Daha 1000 senesinde Beyrunî, Kopernikvâri dönüşü izah etmişti. Batı bunun farkına varmadığı için, bu açıklama, astronomi ilmine âit düşünce sahasında kaldı. Beyrunî`ye göre, gündüz ve gece değişikliğini yapan güneş değildi. Aksine kendi ekseni etrafında dönen, gezegenlerle birlikte güneşin etrafını da dolaşan Dünya idi. Dünya, gezegenlerle birlikte yer değiştirmekte, güneşin etrafında bir devri tamamlamaktaydı. Kopernik`in eserinin ortaya çıkışından çok önce ortaya atılan bu ateşli iddia, Hristiyan düşüncesine ve İncil`in sözlerine aykırı düştüğünden "Hristiyan Batı", bu iddiayı kabûl etmedi. Yüzlerce yıl sonra, ne Kopernik, ne de astronom arkadaşları, Hristiyan dinine aykırı düşen bu iddiayı, karşılaştıkları gizli-açık baskılar bir yana, teleskop olmaksızın mevcut gözlem âletleriyle isbat edebilecek durumda değillerdi. Onun için toplumun tasvibini sağlayıncaya kadar, aradan bir asırdan fazla bir zaman geçmesi gerekmişti. Oysa Beyrunî`nin olağanüstü açıklaması, o zaman ne kadar az yardımcı araçlara dayandırılmıştı."
Kopernik Fikrini 30 Yıl Sakladı
Polonya`nın Torun şehrinde 1473`te doğan Kopernik, 18 yaşında Crocovia Üniversitesi`ne girdi. Burada tanıştığı ünlü astronom ve matematikçi Albert Brudzewski`nin te`siriyle astronomiye karşı büyük bir ilgi duymaya başladı. Daha sonra Polonya Üniversitesi`nde hukuk öğrenimi gördü. Tahsilini tamamlayıp memleketine geri döndüğünde, bir köye çekildi. Yakından ilgi duyduğu astronomi ile ilgili çalışmalara girişti. Gözlemevi olarak kullandığı bir kaleye, bazı astronomi âletleri yerleştirerek çeşitli gözlemlere başladı. Bu çalışmalar neticesinde, o günkü Batı`nın astronomi anlayışını kökünden sarsacak meşhur eserini kaleme aldı. "Gökkürelerin Dönüşü" adlı bu eserinde Kopernik, dünyanın kendi etrafında ve güneşin çevresinde döndüğünü ve bu dönüşü bir yılda tamamladığını söylüyordu. Dünya gibi diğer gezegenlerin de güneş etrafında döndüğünü iddia ediyordu. Ne yazık ki Kopernik, bu konudaki ilmî açıklamalarını serbestçe neşredemedi. Eserini kendi el yazısı ile yazıp, güvendiği bir bilgin arkadaşına gönderdi. Israrlara rağmen, göreceği tepkilerden çekinerek, bu kanaatini 30 yıl gizlemek zorunda kaldı. Nihayet bir gün yakın bir arkadaşı, onu eserini neşir konusunda ikna etti. Yine de Kopernik, kiliseden ve çağının sözde aydınlarından öylesine korkuyordu ki, yazdığı önsözde: "Bu kitabı dilerseniz okuyun, ama içindeki görüş ve iddiaları ciddîye almayın." cümlesine yer veriyordu. Eserin ilk baskısı eline geçtiğinde, Kopernik son anlarını yaşıyordu. Gerçekten de 3-5 suskun ilim adamının dışında, Kopernik`in bu iddialarını ciddiye alan pek çıkmadı.
Dünya Dönüyor Dediği İçin Engizisyona Çıkan İtalyan Bilgin: Galile
Galile, 1564 yılında, İtalya`nın Piza şehrinde doğdu. 1581`de girdiği Piza Üniversitesi`nden 1589`da mezun oldu. Burada yardımcı profesör olarak göreve başladı.Galile, Kopernik`in fikirlerini öğrenmişti. Ona hayrandı. Fakat kilise, onu "sapık fikirli" olarak ilân ettiğinden, açıktan sahip çıkamıyordu.Galile çalışmalarını ilerletip kuvvetli deliller bulunca, kanaatlerini açıkça söylemeye başladı. "Kâinatın merkezinin dünya değil güneş olduğunu, gezegenlerin ve dünyamızın güneş etrafında döndüğünü" ileri sürüyordu. Bu iddialara, kilisenin yanısıra, devrin bilgin ve aydınları da karşı çıktılar. Kiliseye göre Galile, İncil`e karşı geliyordu. İncil`deki bir sözün yorumundan, onlar kâinatın merkezinin dünya olduğu sonucunu çıkarıyorlardı. Galile, İncil`in sözünün doğru, fakat yorumunun yanlış olduğunu söyleyerek karşılık veriyordu.Nihayet, kendisi Roma`ya çağrıldı ve orada Engizisyon Mahkemesi tarafından ortaya attığı görüşlerle dine karşı çıkmak suçundan yargılandı. 22 Haziran 1633 günü, Engizisyon Mahkemesi şu karara varmıştı: "Galile kiliseye karşı işlediği suçları ve küfürleri samimiyetle, temiz bir kalb ve inançla geri almazsa, mahkeme tarafından ömür boyu hapse mahkûm edilecektir."Yaşlı ilim adamı, kilise hey`eti önünde diz çöktü, titrek bir sesle kilisece küfür sayılan iddialarını bir daha kimseye öğretmiyeceğine ve bunlardan nefret ettiğine dair yemin etti. Kendisine uzatılan ve üzerinde işlediği bütün günahlar teker teker yazılı olan kâğıdı titreyen elleriyle imzaladı. Mahkeme salonundan çıkarken, kendi kendine şu sözleri mırıldandığı duyuldu: "Ben ne dersem diyeyim, dünya yine de dönüyor."Mahkeme, Galile`yi her ne kadar serbest bırakmışsa da, 8 Ocak 1642`de ölünceye kadar, onu gözaltında tutmaya devam etmiştir.
350 Yıl Sonra Gelen Beraat
Galile hakkında verilen mahkûmiyet kararı, yıllar boyu Vatikan ve ilim dünyası arasındaki ilişkilerin gergin kalmasına sebeb olmuştur. Nihayet Papa II. Jean Paul 1979`da Papalık Bilimler Akademisi`nin önünde yaptığı bir konuşma ile, bilim ile inançlar arasında herhangi bir ayrılık olmadığını ifade etmiştir. Beraberliğin bir nişanesi olarak da, Galile`ye itibarının iade edileceğini söylemiştir. Papa II. Jean Paul, 1980`de çeşitli ilim adamları, din bilginleri ve tarihçilerden oluşan bir komisyonu, Galile dâvasını yeniden incelemek üzere görevlendirmiştir. Bu komisyon, neticede, kilisenin Galile`yi mahkûm etmekle büyük hata işlediğini kabûl etmiştir. Böylece Galile, 350 yıl önce tahkir edilerek mahkûm edildiği kilise tarafından beraat ettirilerek aklanmış, itibarı geri verilmiştir.

Zafer Dergisi'nden Alıntı

18 Nisan 2011 Pazartesi

İlk Robot, Bilgisayarın Başlangıcı, Sibernetiğin Kuruluşu

Ebul İz Bin Rezzaz El Cezerî

İslam dünyasındaki icatların Osmanlı robotu ile sınırlı kalmadığı ortaya çıktı. İşte ayrıntılar..

İslam dünyasındaki icatların Osmanlı Sultanı 2. Abdülhamid'in Japon İmparatoru Meji'nin yeğeni Prens Komatsu'a hediye ettiği insan şeklinde tasarlanan 'Alamet' adlı robotla sınırlı kalmadığı ortaya çıktı. 1153 yılında Cizre'de doğan ve tam adı Ebul İz Bin Rezzaz El Cezerî olan fizikçi, robot ve matriks ustası, fizik ve sibernetik alanlarında yoğunlaşarak halen kullanılmakta olan ve aşılmamış onlarca buluşa imza attı.

ROBOTU İLK O BULMUŞ

Dünya bilim tarihi açısından bugünkü sibernetik ve robot biliminde çalışmalar yapan ilk bilim adamı olan El Cezerî, mekanik hareketlerden mühendislikte faydalanmayı içeren "Kitab-ül Hiyel Hiyel", Türkçe anlamı "İlim ve Tekniğin Birleşmesiyle oluşan, Hayal Sanatı'nın Toplamı" olan bir eser ortaya çıkardı. Kitapta icatların nasıl kullanılacağına dair bilgiler yer alıyor.50'den fazla makinenin mucidi olan El Cezerî genel olarak, robotlar, saatler, kan toplama kapları, su makineleri, şifreli kilitler, şifreli kasalar, termos ve otomatik çocuk oyuncakları gibi sibernetik ve hidrodenge makineleri icat etti. Fizikçi ve Mekanikçi El Cezerî'nin diğer bir eseri de Diyarbakır Ulu Camii'nin ünlü Güneş Saati'dir. El Cezerî, bugün sibernetiğin ve bilgisayarın ilk adımlarını attığı ve ilk robotu yapıp çalıştırdığı kabul edilir.

İlk Uçma Denemeleri (Tayyare, Paraşüt, Roketli İnsan); İlk Uçan İnsan

1. FARABLI İSMAİL CEVHERİ:

Asil adi, Ebu Nâsır İsmail bin Humad'ul Cevherî'dir. Cevherî Horasanin Farab şehrinde, milâdin onuncu asrında dünyaya gelmiştir. İlk tahsilini dayısı İbrahim Farabî'den almıştır. Daha sonra Farab medreselerinde birçok ilimleri tahsil etmiştir. Nişabur'da yüzlerce talebeye ders vermiştir. Derslerden sonra evine çekilen Cevherî, birçok hesaplar yaparak uçmanın çarelerini araştırmıştır. Sonunda bu maksadına ulaşmak için birtakım kanatlar yapmıştır.İlk zamanlar, evinin bahçesinde tecrübeler yapıp sonra da hazırladığı bir takim tahtaları, İpleri ve kanatlan alarak Nişabur'daki Ulu Caminin minaresine cıktı. Camiin kubbesinden havalanarak uçmaya başladı. Dünyanın ilk ucan insani, insanoğlunun ilk tayyaresini yapan Farablı Cevherî, havada epeyce dolaştıktan sonra yere inmek istedi. Fakat buna muktedir olamadı. Birdenbire düşerek parça parça oldu (M. 1010)

Cevherî için ayrıca bakınız: http://www.tayyareci.com/cevheri.htm

2. İLK PARAŞÜTÇÜ:

Anadolu Selçuklu Devletinin kurucusu Kutalmış oğlu Süleyman Sah’ın oğlu Kılıç Arslanı, Bizans İmparatoru Manüel Komnen İstanbul’a davet etmişti. İmparator, Kılıç Arslan şerefine hipodromda tantanalı senlikler icra ettirmişti. Bizanslılar bu meydanda bütün hünerlerini gösterdiler. Bu esnada Kılıç Aslan’la beraber gelen bir Türk, Atmeydanındaki Dikilitaş üzerinden havaya uçacağını bildirdi. Bu adam, yüksek Dikilitaş üzerine cıktı. Sırtında gayet uzun ve geniş beyaz bir elbise vardı. Bu beyaz elbise bir paraşüt gibi şişiyordu.Gerçekten bir müddet havada uçtu, fakat biraz sonra yere düşerek parça parça oldu (M. 1159). Bizans tarihleri onu "Serakino" yani "Şarklı" diye kaydetmektedirler. Adi malum olmayan bu Türk de ilk paraşütçüdür.

3. İBN-İ FERNAS:

Endülüslü olan Ibn-i Fernas da kanatlar takarak uçmaya teşebbüs eden ilklerdendir. Prof. Hamidullah'in ifadesine göre Ibn-I Fernas (vefatı 388) bir cihaz icat etmiş ve onunla uzun bir mesafe uçmuştu.

4. KARTAL KANATLI HEZARFEN AHMED ÇELEBİ:

Bin fen bilen manasına gelen Hezarfen vasıf ve şöhretini alan Ahmet Çelebi 17. yüzyılda yasamış bir Türk âlimidir. Kendisinden önce yasamış âlimlerin İlimlerinden, bilhassa Bîrûnî ve Ibn-i Sina ile ayni devirde yasamış olan Farabli İsmail Cevherînin uçuş tecrübelerinden faydalanmıştır. Hezarfen Ahmet Çelebi, Cevherînin basari akımlarını ve denge unsurlarını hesapladı; uçmak için kartalı örnek almak gerektiğini duşundu. Asil büyük denemeye girişmeden önce, o devirde çok büyük bir spor alanı olan İstanbul’daki Okmeydanı’nda tam dokuz deneme yaptı. Her denemede bir düzeltme yaparak kendisini uçuracak kanatlara son seklini verdi. Nihayet bir gün Galata Kulesinden Boğaz’ın sularını aştı. Üsküdar’da Doğancılar adini taşıyan semte bir kus gibi süzülerek indi. Bu hâdisenin görgü şahitlerinden biri olan Evliya Çelebi, bu ucusun tarihini belirtmeden IV. Murat zamanında gerçekleştiğini söylemekle yetiniyor. IV. Murat 1623–1640 yılları arasında hükümdarlık yaptığına göre, ucusun bu tarihler arasında gerçekleştiği kesindir. Konuyu araştıran tarihçiler bunun, saltanatın ilk yıllarına rastladığında birleşiyorlar.Hezarfen Ahmet Çelebi için başlıca kaynak Evliya Çelebi Seyahatnamesidir. Evliya Çelebi ondan "İlk olarak Okmeydanı’nın minberi Üzerinde, rüzgarın şiddetiyle kartal kanatlarıyla sekiz dokuz kere havada pervaz ederek ta'lim etmiştir. Daha sonra Sultan Murat Han Sarayburnu’nda Sinan Pasa Köşkünden temâsâ ederken Galata Kulesinin tâ en üst zirvesinden lodos rüzgârıyla uçarak Üsküdar’da Doğancılar meydanına inmiştir." diye bahsetmektedir. (2)IV. Murat, Hezarfen'i bir kese altınla mükafatlandırmıştır.

5. LAGARÎ HASAN ÇELEBİ

Lagari Hasan Çelebi Dördüncü Murat devrinde elli okkalık barut ma'cunu ile çalışan 7 kollu bir roketin atış gücünden istifade ederek dünyanın ilk insan taşıyan roketini yapmıştı. Roket kendi yardımcıları vasıtasıyla ateşlenip havalanacak ve kendisi denize ineceğini tasarlamış ve nihayet tasarısında muvaffak olmuştu. Bir yandan kendisi havalanırken denizde birkaç gemi ve içinde dalgıçlar olduğu halde kendisini bekliyorlardı. Her ihtimâle karşı da aracı muhkem şekilde yapılmıştı. Roketlerin ateşlenmesiyle fezaya doğru havalanmış dairevî sekil çizerek denize inmişti.Fakat malum olan bir şey varsa bu tarihten sonra Avrupa'da buna benzer tecrübeler yapılmaya başlamış, kimi kendine kanat takmış ve kimi de tayyâre yapmaya çalışmıştı. Bu sahada çalışanların yalnız batılılar olduğu anılır iken Endülüslü Abbas bin Fernas ve Farabli İsmail Cevheri, Hezarfen Ahmet Çelebi ve Lagari Hasan Çelebi ismi hiç söylenmez.

(1) Ahmet Zeki Pasa: L'Aviation chez les Musulman, 1912'de Atina Mustesriklar Kongresine sunulan rapor.
(2) Evliya Çelebi, Seyahatnâme C.l, sayfa 670, Ist 1314.

HAZERFEN AHMET ÇELEBİ

Hezarfen Ahmet Çelebi (1609 İstanbul - 1640 Cezayir) Hezarfen Ahmet Çelebi, kendi geliştirdiği takma kanatlarla uçmayı başaran ilk insanlardan biri olan, 17. yüzyılda Osmanlıda yaşamış Türk bilginidir. 1623-1640 yılları arasında saltanat süren Sultan IV. Murat zamanında, uçma tasarısını gerçekleştirdiği ve geniş bilgisinden ötürü halk arasında Hezarfen olarak anıldığı bilinmektedir. Hezarfen'in, Leonardo da Vinci'nin kuşlar üzerinde yaptığı çalışmalarından ilhamlandığı sanılmaktadır. Tarihi uçuşuna İstanbul'daki Galata Kulesi'nden başlamış ve İstanbul Boğazı'nı uçarak geçmeyi başarmıştır. Böylece kıtadan kıtaya uçarak bir ilke daha imza atmıştır. İlk uçma denemelerinde, 10. yüzyıl Türk alimlerinden İsmail Cevheri'den ilham almıştır. Cevheri'nin bulgularını iyice inceleyen ve öğrenen Çelebi, kuşların uçuşunu inceleyerek tarihi uçuşundan önce hazırladığı kanatlarının dayanıklılık derecesini ölçmek için, Okmeydanı'nda deneyler yapmıştır. 1632 yılında lodos bir havada Galata Kulesi'nden kuş kanatlarına benzer bir araç takıp kendini boşluğa bırakan ve uçarak İstanbul Boğazını geçip 6000 m. ötede Üsküdar'da Doğancılar'a inen Hezarfen Ahmet Çelebi, Türk havacılık tarihinin en kayda değer simalarından birisidir. Bu uçuş hakkındaki belgeler şimdiye kadar sadece Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sindeki ifadesinden ibarettir. Bu olay Osmanlı Devletinde ve Avrupada büyük yankı buldu ve dönemin padişahı IV. Murat tarafından da beğenildi. Sarayburnu'ndaki Sinan Paşa köşkünden bu durumu seyreden Sultan, Ahmet Çelebi ile önce çok yakından ilgilenmiş, hatta Evliya Çelebi'ye göre "bir kese de altınla" sevindirmiş, ancak bu derece bilgili ve becerikli birisinin tehlikeli olabileceğini düşünüp, "Bu adem pek havf edilecek bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelür, böyle kimselerin bakaası caiz değil" diyerek onu Cezayir'e sürgün etmiştir. Ahmet Çelebi orada vefat etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti P.T.T. İdaresinin 17 Ekim 1950 Tarihinde İstanbul’da toplanan Milletlerarası Sivil Havacılık Kongresi için çıkardığı üç hatıra pulundan Zeytuni yeşil-mavi renkli 20 kuruşluk olanın taşıdığı temsili resim, Hazerfen'in Galata Kulesi’nden Üsküdar'a uçuşunu tasvir etmektedir.

Teleskop'u ilkin bir Türk tarif etti

Teleskop Nedir?
Alm. Teleskop, Fernrohr (n), Fr. Télescope (m), İng. Telescope. Uzaydan gelen her türlü radyasyonu alıp görüntüleyen astronomların kullandığı bir rasathâne cihazı. Uzaydaki cisimlerden yansıyarak veya doğrudan doğruya gelen, gözle görülen ışık, ultraviyole ışınlar, infraruj ışınlar, röntgen ışınları, radyo dalgaları gibi her türlü elektromanyetik yayınlar kâinat hakkında bilgi toplamak için çok lüzumlu delillerdir. Bu deliller ya klasik mânâda optik teleskoplarla veya çok daha modern radyo teleskoplarla incelenir.
Teleskopun Tarihçesi/ İlk tarifi 
Aynaların ve merceklerin optik özellikleri İslâm âlimleri tarafından çok önceleri biliniyordu. Teleskopun ilk şeklinin târifi Türk İslâm âlimi Ebü’l-Hasan [971-1029 (H.360-420)] tarafından yapılmıştır. Ebü’l-Hasan, teleskobu uçlarında mercekler (adeseler) bulunan bir boru şekliyle târif etmiştir. Bu konuda İslâm bilginlerinin sayısız çalışmaları olmuş ve astronomi ilmi çok gelişmiştir (Bkz. Astronomi). Galileo’nin Avrupa’ya teleskopu tanıtmasıysa ancak 1609 yıllarında olabildi.
Teleskopun Yapısı/Nasıl Çalışır/Gelişmesi 
Teleskop yapı olarak objektif, oküler ve bu mercekleri muhâfaza eden bir tüpten meydana gelmiştir. Objektif cinsine göre iki tür teleskop vardır. Uzaydan gelen ışıklar teleskop içinde bir aynaya çarpıp, prizmadan geçtikten sonra göze geliyorsa bu türe yansımalı teleskop denir. Uzaydan gelen ışıklar merceklerden doğrudan geçip göze geliyorsa bu türe de kırılmalı teleskop adı verilir. Teleskopun gücü, topladığı ışık miktarıyla orantılıdır. Teleskopun objektif çapı büyüdükçe ışık toplama kâbiliyeti artar. Meselâ, 5 cm çaplı bir teleskop 0,5 cm çaplı gözbebeğine oranla (5/0,5)2 veya 100 kat daha çok ışık toplar. Teleskoplarda yansıma kayıpları olabileceği için bu miktar yüzde on kadar azalır. Astronomlar parlaklık farklarını logaritmik artan değerler şeklinde târif etmişlerdir. Parlaklıktaki 100 kat fark, teleskop skalasında 5 değeriyle görülür. Karanlık gecede insan gözü ışık şiddeti 5 değerli yıldızı görebilir. Kaliforniya’daki Palomar Dağında bulunan Hale Teleskopu objektif çapı 5 metredir. Bu teleskop göze nazaran bir milyon kat ışık toplar. Teleskopta teşekkül eden görüntünün netliği atmosferin menfî yönde etkisine bağlı olarak değişir. Teleskoptaki kararlılık 2 yay sâniyesi için geçerlidir. Atmosfer şartları, bâzan bu açıyı 0,25 yay sâniyeye kadar düşürür. Bu durumda inceleme yapılan yıldız değil de yakınındaki yıldıza âit görüntüler kaydedilebilir. Teleskopta görülebilecek bir cisim aşağıdaki formülle ifâde edilir: Yay derecesi= 2,5 x 106 x l / a l radyasyonun dalga boyu ve a teleskop objektif açıklığıdır. Teleskopun ışık toplama gücüyle büyütme gücü farklıdır. Teleskopun büyütmesi teleskop odak uzaklığının oküler odak uzaklığına oranıdır. Gök cismini inceleyen teleskopun dünyâ dönüşünü tâkip edecek yukarı aşağı ve yana hareket etmesi için tâkip düzenleri vardır. Hareketlerin çok hassas olması gerekir. Atmosfer etkilerinin de hesaba katılarak teleskop konumuna hareket verilir. Teleskop hareketleri modern teleskoplarda elektronik devreler ve kompüter yardımıyla yürütülür. Radyo teleskoplar yapı olarak optik teleskoplara benzer. Uzaydan gelen elektromanyetik yayınları alabilmek için 100 metre çapında antenler kullanılır. Anten, ışığın ayna vâsıtasıyle odaklanması biçiminde elektromanyetik yayını, odakları ve çok hassas radyo alıcılarında yükseltilerek incelenmesine imkân tanır. 1983 sonlarında uzay ilim adamları uzun mesâfeleri daha hassas görebilmek gâyesiyle çok maksatlı uzay teleskopunu dünyâ etrafındaki yörüngesine oturttular. Uzay teleskopu, ışığı toparlayan 2,4 metre boyunda “Cassegrain” reflektörü yardımıyla ultraviole astronomisinde çığır açmıştır. Bu proje NASA (National Aeronautics and Space Agency) ile EAS (Europeau Space Agency)’nın ortak yapımıdır.
Uzay teleskopunun faaliyete geçmesiyle:
1) Gözlemler yer yüzeyinden 500 km yükseklikten gece-gündüz devam eder.
2) Atmosferin yuttuğu bâzı elektromanyetik radyasyonlarla ultraviole ve infraruj ışınların bir kısmı tespit edilir. Yer yüzünden en yüksek dağ tepesinden dahi bu radyasyonlar kaydedilmemektedir.
3) Atmosferin özelliği dolayısıyle cisimlere âit görüntülerin birbirine etkisi ortadan kalkar. Böylece küçük bir cisimden gelen ışığın teferruatlı incelenmesi mümkün olur.
Uzay teleskopu dört ana sistemden meydana gelir:
1) Teleskop, ışığı toplayıp cihazlar bölümüne gönderir.
2) Cihazlar bölümü, teleskoptan gelen ışığı analiz eder.
3) Jeneratör, güneş enerjisini elektrik enerjisine çevirerek teleskop ve cihazları besler.
4) Kontrol sistemleri, ısı ve elektrik kontrolunu yapar, dünyâ ile irtibat sağlar.
Uzay mekiği aracılığıyla yörüngeye yerleştirilen uzay teleskopunun çalışma süresi 15 senedir. Her 2,5 senede bir astranotlar trafından ara bakımlarının yapılması gerekmektedir. Büyük onarımlar için uzay mekiği aracılığıyla dünyâya geri getirmek de mümkündür. Uzay teleskopunun cihazlar bölümü ilmî araştırmaların yapılmasına yarayan 5 cins cihazdan meydana gelmiştir:
1) Geniş sahalı gezegenler kamerası. Bu kameranın görevi gezegenler arası kozmik mesâfelerin tespit edilmesi ve gezegenlerin fotoğraflarının çekilmesidir.
2) Zayıf görüntüler kamerası. Bu kameranın görevi 120 ile 700 nm (denizmili) dalga boyundaki ışıkları tespit etmektir. Bu ışıklar dünyâ yüzeyinden en kuvvetli teleskoplarla dahi görülemez. Bu cihaz böylece galaksilerdeki yıldızların mesâfelerini tâyin etmekte kullanılacaktır.
3) Zayıf görüntü spektrometre. Bu cihaz 70 nm dalga boyundaki ışıkları analiz eder. Aktif galaksi merkezlerinin fizikî ve kimyevî yapıları incelenir.
4) Yüksek güçlü spektrometre. Dalga boyu 110 ile 320 nm olan ışıkları analiz eder. Yıldızlararası gazların bileşimlerini ve fizikî durumlarını incelemeye yarar. Büyük kızıl yıldızlarda kütle kaybolmasının tespiti bu spektrometreyle yapılabilmektedir.
5) Yüksek süratli fotometre. Bu cihaz uzaydaki muhtelif ışık kaynaklarının şiddetini galaksi ışıklarından süzerek ölçmeye yarar. 120 nm dalga boyundaki ışıkları 1/1000 sâniyede filitreliyebilir. Atmosfer böyle bir ölçüme hiçbir zaman müsâde etmez.

Kaynak: http://www.mavirize.com/genel/teleskop-nedir.html

Teleskop'un Tarihçesi:

http://en.wikipedia.org/wiki/History_of_the_telescope

14 Nisan 2011 Perşembe

Yoğurt

Yoğurdu Türkler bulmuştur.
Yoğurdu Türklerin bulduğu bilinmekte ve bu şekilde kabul edilmektedir.
Yoğurt kelimesi 11. yüzyılda yazılan Divan-ı Lügat-it Türk ve Kutadgu Bilig'de geçmektedir. Yabancı sözlüklere, ansiklopedilere Türkçede kullanıldığı gibi girmiştir.
Yoğurt Bulunmasaydı ne olurdu?
Süt çok çabuk bozulan bir madde olduğu için insanlık aç kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalırdı. Şehirleşme gecikirdi.

Kaynaklar:
1. http://www.sagoparap.org/forum/yogurt-nasil-bulunmus-ve-kim-bulmustur-t37107/index.html?p=585681
2.http://www.turkishforum.com.tr/en/content/2011/04/11/yogurt-yogurt/
3. http://www.sagoparap.org/forum/yogurt-nasil-bulunmus-ve-kim-bulmustur-t37107/index.html?s=91c09e773a20103ea8509b0b9e526cf8&p=585681
4. http://www.stargazete.com/pazar/yogurdu-avrupa-ya-bir-doktor-tanitti-haber-110416.htm

YOĞURT 
Yoğurdun Türkler tarafından bulunduğu kesindir. Yoğurt bulunmasaydı insanlar dağdan şehirlere inemezdi. Sütün yoğurda dönüştürülmesi olmasa idi ne gibi sıkıntıların olabileceğini tahmin edebilirsiniz. Sütler bozulurdu. İnsanlar süt içmeden büyümek zorunda kalırdı, bu da gelişmeyi durdururdu. Hayvanlardan elde edilen besin maddelerinden biri de süttür. Süt, pişirilerek içilip, yenildiği gibi, ondan çeşitli besin maddeleri de yapılıp yenmekteydi. Bunların en önemlileri yoğurt, peynir, lor, kaymak, yağ v...
Döner, kahve, yoğurt gibi bazı yiyecek-içeceklerimiz diğer milletler tarafından sahipleniyor. Yoğurt, Türkler tarafından bulunup geliştirilmiş ve aynı isim ile dünya mutfaklarına sunulmuş önemli bir lezzet armağanıdır. 10 asır önce...

Yoğurt Çeşitleri ve Tarihçesi

YOĞURDUN TARİHÇESİ 
Döner, kahve, yoğurt gibi bazı yiyecek-içeceklerimiz diğer milletler tarafından...

Yogurt Turklerin medeniyete katkilari arasinda, hicbir tartisma yapilmadan kabul edilen urunlerden biri kuskusuz yogurttur. Ingilizce bir sozlukte kelimenin orijini hanesinde –Tukce- yazan (benim bulabildigim) tek kelime yogurtt...

Günümüzde birçok millet yoğurdun ilk kez kendileri tarafından üretildiğini ileri sürmekte, bu besini sahiplenmektedir. Başlangıçta yoğurdun hangi millet ya da kavim tarafından bulunduğuna dair somut bir bilgi olmamakla birlikte, yoğurt öz Türkçe bir kelimedir. Bu nedenle Orta Asya Türkleri tarafından bulunduğu kabul edilmektedir. Tarih boyunca çeşitli dillerden yoğurt isimleri: Mast Yoghurt Süttül Koyu Yæoete Yorchiskie Yogırt Yogurtı Aase PasoMilkea Bileşimi Yoğurt, bileşimi yönünden süte fazla benzeyen bir süt ürünüdür. Diğer süt ürünlerinde sütün bileşimine katılan maddelerin miktarında, süte göre büyük bir değişiklik görülür. Halbuki yoğurttaki değişiklik pek fazla değildir, sütle yoğurdun bileşim farkı, yoğurdun ve kullanılan hammaddenin çeşidine göre: genellikle kuru madde ve süt şekerinde kendini gösterir. Sütün işlenmesi sırasında pişirilmesi veya konsantre süt ürünleri ile takviyesi sonucunda, yoğurdun kuru maddesi ve onu meydana getiren maddelerde şeker hariç, genellikle %5-10 oranında bir yükselme olur. Fermantasyon sonunda şekerin bir kısmı parçalandığından yoğurdun sadece şeker oranında bir azalma meydana gelir. Buna karşılık şekerin parçalanması sonucu meydana gelen süt asidi miktarı yaklaşık 5 kat artmaktadır. Yoğurdun bileşimiyle ilgili veriler çok farklılık gösterir. Çünkü kullanılan hammadde ve işleme tekniğinin değişikliği birkaç değişik bileşimde yoğurtla karşı karşıya bırakmaktadır. Genel olarak şöyle bir bileşim tablosu verilebilir; Bileşim Miktar Su % 80-86 Kuru Madde % 14-20 Yağ % 2-8 Protein % 4-8 Süt Şekeri % 2-5 Mineral Madde % 0,8-1,2 Asitlik 0,9 Besin Değeri İnsan diyetinde önemli bir yeri tutan yoğurdun kimyasal bileşimi üretimde kullanılan çiğ sütün bileşimine ve laktik asit fermantasyonu sırasında süt bileşenlerinde meydana gelen gelişmelere bağlıdır. Yoğurt yapımı sırasında sütün bileşimini etkileyen faktörler yağ ve kuru madde standardizasyonları ile ısıl işlemdir. Kuru madde standardizasyonundan dolayı süt bileşenlerinin miktarı arttığından yoğurdun beslenme açısından önemi bir kat daha artmaktadır. Uygulanan ısıl işlem sonunda bazı vitaminlerin (C, B1, B6, B12 ve folik asit) miktarı azalmaktadır. Laktik asit fermantasyonu esnasında süt bileşenlerinde görülen kimyasal değişmeler şöyle sıralanbilir laktoz içeriği azalmakta , oldukça fazla laktik asit oluşmakta, serbest peptit, amino asit ve yağ asitleri miktarı artmakta, bazı vitaminlerde azalır ve artışlar meydana gelmektedir. Yoğurdun kalori değeri, laktozun laktik aside dönüşmesine bağlı olarak %3-4 oranında azalmaktadır. Ancak laktoz intoleransı olan insanlar tarafından rahatlıkla tüketilebilen bir ürün niteliğini kazanmaktadır. İnsan sağlığı açısından yoğurdun yararları şunlardır; Besin değeri süte göre daha yüksektir. Önemli bir protein, yağ, vitamin, ve mineral madde kaynağıdır. Fermantasyon sırasında laktozun bir kısmı hidrolize olduğu için sütü sindirmekte güçlük çekenler tarafından (laktoz intoleransı) daha rahat tüketilmektedir. Sindirimi daha kolay olduğu gibi sindirim sistemini düzenleyici etkiye de sahiptir. Yoğurt bakterileri antigonestik etkilerinden dolayı intestinel patojen ve saprofit organizmaların gelişimini inhibe etmektedir. Kolesterolü düşürücü etkiye sahip olduğu belirtilmektedir. İnsan Sağlığı ve Beslenmesindeki Rolü ve Önemi Yoğurt; zengin bir karbonhidrat(laktoz), protein, yağ, vitamin, kalsiyum ve fosfor kaynağıdır. Fermentasyon sırasında sütün; protein, yağ, ve laktozun oluşan kısmı hidrolizasyon nedeniyle sindirimi kolaydır. Ayrıca laktoz intolerans kişilerin tüketime elverişli, antitümör ve antikolesterolemik özellikleri bulunmaktadır. Laktik asit bakterilerinin ürettiği antibiyotikler ve antimikrobiyal meddeler insanları patojen M.O‘lara karşı korumaktadır. Bu nedenle yoğurt, her yaş grubundaki insanın günlük, beslenmesinde bol ve ucuz bir şekilde yararlanabileceği fermente bir süt ürünüdür. Yoğurt bakterilerinin faaliyeti sonucu B grubu bazı vitaminler, özellikle b(B2) sentezi oluşmaktadır. Yoğurdun önemli bir fonksiyonu da gıda azaltmakta görüyoruz. Bu gün bilindiği gibi batı dünyasında herkesin üzerinde hassasiyetle durduğu bir noktada da : kilo almamak, gençlik formunu muhafaza etmektir. Bunun içinde kilo kazandırmayan, buna mukabil vücut zindeliğini muhafaza ettiren yiyecekler içinde rağbet görmektedir. Yapılan incelemeler, mükemmel ve kolay hazımlı bir yiyecek olan yoğurdun gıda azaltmada da iki önemli fonksiyonunu ortaya çıkartmıştır. Bunlardan birincisi yoğurdun doyurucu ve tatmin edici hassası, diğeride bağırsak hareketlerine tesir yapmasıdır. Mesela iki kilo sütü kolaylıkla içen bir kimsenin birbiçuk kilo yoğurdu güçlükle yediği denemelerle sabit olmuştur. Yoğurdun gıda azaltmada ki ikinci fonksiyonu bağırsak hareketlerine yaptığı tesiride görüyoruz. Bu husuta yapılan araştırmalar yoğurttaki süt asitinin bağırsak mukozasına tesir ederek bağırsağın peristaltik hareketi hafiflettiğini ve buda bağırsaktaki ifrazat ve elektrolik zaiyatını dolayısı ile gıda sarfiyatını azalttığını ortaya koymuştur. Nihayet 13 Ocak 1957 tarihinde Tokyo'da açılan ve binlerce Japon bilim adamının katıldığı atom enerjisi konferansına sunduğu bir raporda Prof. Hsukehihen Huguşi radyoaktivitelerin sebep olduğu hastalıkları tedavisi sırasında yoğurdun mükemmel bir önleyici ilaç olduğunu bildirmektedir. Prof. Huguşi insanlar ve fareler üzerinde yaptığı denemeler sonunda bu hususu tesbit ettiğini söylemiştir. Bir yıl müddetle atom ışınlarına maruz kalan ve bu süre için de yoğurdun daima esas teşkil etttiği yiyeceklerle beslenen kimselerde radyoaktivite hastalıklarının arızalarına rastlanmamaktadır. Prof. Göre yoğurdun içindeki müessir bir madde bu hususta organizmayı korumaktadır. Türkiye'deki Yeri ve Önemi Türkiye'de yıllık kişi başına tüketilen yoğurt 24 kg.dır ve Dünya'da birinci sıradadır. Binlerce yıldan beri Türk ülkelerinde işlenen yoğurt, Türk toplumunun beslenmesinde önemli yeri olan bir süt ürünüdür. Her çeşit sütten yapılabilmesi, basit kap ve usullerle her yerde herkes tarafından işlenebilmesi satış ve tüketimdeki kolaylıklar, onun Türkiye’nin en ücra köşelerine kadar yayılmasına sebep olmuştur. Bugün birçok süt ürünleri tanımayan çevreler olmasında rağmen yoğurdu veya onun sulandırılmış şekli olan ayranı bilmeyen bölge yok gibidir. Bu bakımdan yoğurt Türkiye'nin milli bir yiyeceği kabul edilir. Türk toplumu onu çok eski devirlerdn beri besleyici ve sağlığını koruyucu bir yiyecek olarak tanımış, çeşitlerini yapmış, hastalarını ve sindirim bozukluğu çekenleri onunla beslemiş, bazen sulandırarak ayran haline sokarak, ferahlatıcı bir içecek haline sokmuş, bazen torbalarda süzmüş tuzlamış, peynir gibi kahvaltıda kullanmış, bazen de suyunu bir hayli azaltarak, kışın bile ihtiyaçlarını karşılayacak elde hazır dayanıklı bir yoğut özü haline getirmiş ve uzun kış devresinde protein ihtiyacının önemli kısmını %65 gibi çok yüksek oranlarda protein içeren bu besinden sağlamaya çalışmıştır.Yine Cacık Türkiye'ye has yoğurttan yapılan bir yiyecektir. Yoğurtçuluğun hammadde yönünden Türkiye’de ayrı bir önemi vardır. Türkiye’nin süt ürünlerinde 4 tür hayvanın inek, koyun, keçi ve mandanın payı vardır. Bunlardan koyun, keçi gibi küçük baş hayvanların sütleri birçok süt ürünlerinin işlenmesine elverişli olmadıkları gibi, kuru madde miktarı da yüksek olduğundan içimlerde ağırdır. Halbuki yoğurt teknolojisinde kuru maddece zengin süt aranır. Batı ülkelerinde olduğu gibi inek sütü kullanmak zorunda olan yoğurtçuluk tesisleri işleyecekleri hammaddeyi ya süt tozu veya koyulaştırılmış süt katmak veya uzun uzun pişirmek suretiyle kuru maddece zenginleştirmeye çalışmaktadırlar. Türkiye'nin ise kurumaddece zengin yoğurt için elverişli küçük baş hayvan süt üretimi, toplam üretimin yarısına yaklaşacak bir düzey göstermektedir. Yoğurt Türkiye’de yalnız sütten işlenen bir ürün değildir. Aynı zamanda,hatta çok kere sütten daha geniş ölçüde sütçülük artıkları, özellikle yağsız süt, yoğurda veye ayrana işlenerek değerlendirilmektedir. Ayrıca birçok bölgede, tereyağ da yoğurttan işlenmektedir. Yani yoğurt birçok bölgede tereyağcılığın ikinci bir hammaddesi durumundadır. Bu çevrelerde süt önce yoğurda işlenir, yoğurt da yarı yarıya sulandırılır ve yayıklanarak tereyağı haline getirilir. Bu işlemde arta kalan ayran, Güneydoğu Anadolu’da işçiye verilmektedir ve para gibi mübadele aracı da olabilmektedir. Yapımı Yoğurt yapımı düşünülenin aksine çok kolaydır. Fakat kaliteli bir yoğurt yapmak için yoğurdu iyi işlemek gerekir. Aşamaları Çiğ süt alımı: süt ve süt ürünlerinde olduğu gibi yoğurtta da çiğ sütün özellikleri önemli ölçüde kaliteyi etkilemektedir.Çünkü ortaya çıkaracağınız ürün her ne kadar işlenirse işlensin ham maddenin özelliğini taşıyacaktır. Klarifikasyon: Sütün temizlenmesi iki aşamada yapılabilmektedir.I. Klarifikatörle: Süt içerisindeki gözle görülebilen kıl, çöp gibi yabancı maddelerin ayrılması sağlanır.II. Separatörlerle: Gözle görülmeyecek kadar küçük kan ve kan parçacıkları, lökosit, hücre parçaları gibi yabancı maddeler sütten ayrılır. Standardizasyon: Yoğurda işlenecek sütün, süt yağının standardize edilmesi işletme ekonomisi açısından gereklidir. İşletmeye gelen sütün yağ oranı % 3 den fazla ise standardize edilir. Kurumadde artırılması: Yoğurda işlenecek sütün kurumaddesi nin arttırılması gerek ürünün kıvamı, gerekse aroması açısından önemlidir. Sütün kurumadde miktarının arttırılması basit olarak süttozu ilavesi iledir. Genellikle süttozu % 1-3 oranında katılmaktadır. Ön ısıtma ve homojenizasyon: Homojenizasyon süt yağının yüzeyde toplanmasını engellemek için, süt yağının fiziksel olarak parçalanmasıdır. Homojenizasyon işleminin yapılabilmesi için sütün 60-70°C sıcaklığa kadar ısıtılması gerekir Isı işlemi: Koyulaştırılmış sıvılarda bakterilerin imhası oldukça zordur. Yoğurda işlenecek sütün kurumaddesi çeşitli yollarla artırıldığı için - uygulanması gereken ısının da yüksek olması gerekir. Bu nedenle yoğurt üretiminde 80-85°C de 20-30 dakika, 90°C de 10-15 dakika veya 95°C de 5-10 dakikalık ısıtma pastörizasyon için yeterli olmaktadır. Soğutma: Pastörize edilen sütün, yoğurt oluşumunu sağlayacak mikroorganizmaların faaliyet gösterdikleri sıcaklığa soğutulması gerekmektedir. Bu amaçla sütün 43-45°C ye kadar soğutulması sağlanmalıdır. Kültür ilavesi, paketleme: Mayalanma derecesi olan 43-45°C ye soğutulmuş süte % 1-3 oranında kültür (maya) katılarak iyice karıştırılır. Mayada yoğurt bakterilerinin (streptecoccus thermophilus ve Lactobacillus bulgaricus) oranları % 50/50 veya 55/45 oranlarında olmalıdır.Eğer mayadaki yoğurt bakterilerinin oranı dengesizse istenilen kalitede bir yoğurt elde etmek mümkün olmamaktadır.Isıtma işlemine tabi tutulmuş sütün yoğurt mayası ile aşılanması iki şekilde olabilmektedir. Kaplarda ayrı ayrı aşılama: Isı işlemine tabi tutulmuş süt istenilen büyüklükteki kaplara dökülür. Ambalaj içinde mayalama sıcaklığına kadar soğuyan sütler tek tek şırınga ile mayalanır. Yoğurt üzerinde kalın bir kaymak tabakası bulunması istenilen hallerde uygulanan bir yöntemdir. Ancak bu yöntem hem zahmetli hem de fazla miktarda işgücü gerektirir. Ayrıca kapların mayalanması unutulabilir. En önemlisi ise maya şırınga ile verildiği zaman sütün her tarafına iyice dağılıp karışamaz. Bu da yoğurt oluşumu ve mayalanma süresini uzatır. Bu yöntemde aynı kalitede standart bir yoğurt elde etmek zordur. Toplu halde aşılama: Mayalama sıcaklığının 2-3 derece üzerine kadar soğutulan sütün miktarına uygun olarak maya katılır ve iyice karıştırılır. Zaman geçirmeden mayalanmış süt ambalajlara doldurulur. Bu yöntemde fazla işgücüne gerek olmaz. Ayrıca maya bütün kaplarda eşit olduğundan daima kaliteli ve standart yoğurt elde edilir. İnkübasyon (Pıhtılaşma): Ön işlemlerden geçerek kültür aşılanmış sütte, yoğurt oluşumunu sağlayan mikroorganizmaların faaliyet göstermesi için gerekli süre ve sıcaklık ortamını sağlayan devreye inkübasyon denir. Bu amaçla yararlanılan donanımlar ise inkübatör olarak tanımlanır.Mayalama ve ambalajlama işlemi tamamlandıktan sonra mayalanmış sütler 41-43°C de 2-3 saat inkübasyona bırakılır. Süre yoğurtlaşmayı sağlayan mikroorganizmaların sayıları, birbirlerine oranları ve güçlerine bağımlı olarak değişmektedir. Soğutma: Pıhtılaşması tamamlanan yoğurt 10 °C nin altına soğutulur. Bunun için yoğurdu kısa bir süre oda ısısında beklettikten sonra soğutma yapılması idealdir. Soğutmanın ani yapılması yapı bozukluğuna, yetersiz yapılması ise tatta ekşiliğe neden olur. Depolama: Soğutma işlemi tamamlanan yoğurtlar 4°C lik depoda 1 gün bekletildikten sonra satışa sunulurlar. Yoğurt işlendikten sonra tüketilinceye kadar 1-2 hafta depo ömrü olmaktadır.

Kaynak: http://www.sagoparap.org/forum/yogurt-nasil-bulunmus-ve-kim-bulmustur-t37107/index.html?p=585681

Türklerin Uygarlığa Katkıları

Merhaba,
Biz Türkler bir hazine üzerinde oturup ondan habersiz olan fakirler gibiyiz. Uygarlığın birçok alanında öncüyüz. Buluşlarımız var. Tarihin seyrini, uygarlığın gidişatını değiştiren birçok zenginliğimiz var. Ancak bunlardan habersiz uyur-gezer vaziyetteyiz. İnsanlığın, uygarlığın gelişmesine katkılarımız çok büyük. Bunları araştırıp kamuoyunun dikkatine sunmak istedim. Çalışmak bizden, yardım Allah'tan. Sizlerin de katkılarını bekliyorum.
Saygılarımla.
Arslan Küçükyıldız